Ürün Özellikleri
&ldquoİstediğim, denizi yazmak. Zümrütlerin, gökyakutların sabrını ağaçların tarihsizliğini...
Bir tek kıyısını kavrayabildiğimiz, anlamını ancak bir tek kıyısıyla kurduğumuz denizin öyküleri yoktur bir kara adamı için. Yolculuklara, ister gerçek ister düşsel olsunlar, yakıştırdığımız son, öbür kıyıda bitse bile, deniz gene tek kıyılıdır, üzerinde yaşayıp çalışan biri olmadıkça. Deniz, kara adamının yalnız sınırlarını kaldırışı değil, sınır düşüncesini içinden çıkarıp atıvermesidir. Her şeyin bir aradalığının bir yerde başlaması ya da bitmesidir. İstediğim, denizi yazmaktı. Her şeyin bir aradalığına yenik düşeceğimi bile bile.&ldquo
(Arka Kapak)
&ldquoBir zamanlar kediymişim ben Halûk. Sonra, herhalde kediler arasında işlenebilecek en büyük suçu işlemişim ki dünyaya bir daha gelişimde insan olmak cezasına çarpılmışım&ldquo
Çakıllığın üzerinde sırt, bel, omuz, dirsek sızıları içinde yatıyoruz. Karnımızla göğsümüzü, nedense, daha az acıtıyor çakıl çıkıntıları. Yerimizi, biraz sağa biraz sola dönerken bile, değiştirdikçe, kızmış çakıllarda çeşitli yerlerimiz yanıyor, sonra, terimiz, soğutuyor çakılları. Çakıllarla denizin itiştiği çizgi biraz aşağıda hışıltı, ara ara duruyor gibi. Denizin yağ dökülmüş saatlerinden biri.
Halûk ince ince gülüyor. Ne desem gülüyor bu çocuk.
&ldquoHindistan da epey uzak ağabey nereden çıkardın bu kedi masalını şimdi?&ldquo
&ldquoEdepsizlik etme, çocuk! Bir arkadaşım zaten, çok iyi bilir bu işleri, benim çok acemi olduğuma bakıp yeryüzünde, insan olarak ilk yaşamımı yaşadığıma karar vermiş&ldquo
&ldquoPeki, o arkadaşın kaçıncı yaşamındaymış, biliyor mu?&ldquo
&ldquoBilir elbet. Dokuzuncusunda. Yani sonuncusunda. Şaşmam da. Yaşamasını nasıl bildiğini, yaşamanın nasıl ustası olduğunu bir görsen, sen de kabul edersin&ldquo
Denize kulak veriyoruz. Kıyıda gezen aç kediler, belli etmeden yaklaşma manevraları içinde. Torbamızda biraz peynirle iki yumurta var onları ilgilendirebilecek. &ldquoBak, kardeşlerim geliyor çaktırmadan. Açalım şu azık çıkınını. Bugünkü öğle yemeğiniz bizden kardeşlerim. Gelin hele.&ldquo
Kediler yaklaşıyor. Halûk gülüyor. Üç kedi, iki adam, yiyecekleri paylaşıyoruz. Onlar taze ekmeğin içini de, bir o kadar istekle kabul ettiler. Cıgara içimine katılmadan, biraz ötede yalanıyor ikisi. Üçüncüsü yatıp bize bakarak gözlerini kırpıştırıyor, uyuklamağa başlayacak birazdan.
&ldquoÇeri çöpü yolda bir kutuya atarız. Bu çakıllığa yediklerinin artığını bırakanlara benzemek istemem. Ben de mi kediymişim, ağabey? Bilirsin, insanın artıklarını toplamağa başlaması epey sonra olmuş&ldquo
Halûk&rsquola konuşurken, hangi metinlerin, düşünce ya da inançların, haber ya da konuşmaların anıştırıldığını hep biliyoruz. Karşılıklı. Dipnotlar, kaynakçalar gereksiz. Ethem Razi ile konuşurken olduğu gibi. Bir ölçüde, demeli gene de. Halûk daha pek genç.
Bu kıyıda bana kendi dünyasını tanıtıyor. Siyasa yok denizde.
&ldquoBir daha, bir daha gelmenin temelinde benim kabul edemeyeceğim bir düşünce var, ağabey&ldquo
Sözünü kesiyorum: &ldquoBen de &rsquokabul&rsquo ediyor değilim. Neyi bilebilir, neyi bilemeyiz, önemli olan bunu bilebilmek&ldquo
Susuyoruz. &ldquoİnsan masalla yaşamadan edemez ki Halûk. Masallar değişir arada. Biraz değişir hem, çok değil.&ldquo
Açıktan bir gemi geçmiş olsa gerek. Deniz çakılları tartaklıyor. Hepimiz uyukluyoruz. &ldquoHaydi denize. Fazla piştik.&ldquo İkimizden birinin sesi kimin? Önemli değil. Neden sonra, ağaçlığın altında giyinip biraz oturuyoruz. Kediler çoktan gölgeye çekilmiş.
Yorgunluğun, bir yağ lekesi gibi, kişinin gecesine gündüzüne bulaştığı yaz başı günlerinden birinde (kırk yaşını düşünmeden duyarak) pencereden baktığım zaman gördüğüm bozkır kavaklarının ardında, bozkır söğütlerinin, iğdelerinin ardında, incirleri, zakkumları çoğaltıp
&ldquoBunlar nedir böyle, Halûk?&ldquo
&ldquoMimoza ağabey,&ldquo diyor Halûk, yüzü şaşkınlık içinde. Şaşkınlık içinde bir yaşıma daha giren, benim. O güne dek böyle şey görmemişim. Otuz dört yaşımı beklememeliydim mimozanın böylesini tanımak için. &ldquoGeç de olsa, bir şey öğrenmek&hellip&ldquo diyorum. Halûk gülüyor: &ldquogerçekten, ilk mi görüyorsun böylesini, ağabey?&ldquo İstanbul&rsquoda, dünyayı öğrenmeğe başladığım yıllardan büyümemin neredeyse duracağı yıllara dek her yazımın birkaç gününe, tiksinç bulduğum kokusunu yaymış mimozalarla karşılaştırıyorum. Buradakinin her bir topu, o bildiklerimin belki on katı büyüklükte ulu, iki kişinin saramayacağı bir gövde üzerinde yabanıl bal rengi bir bulut. Beğenilmesine yavaş yavaş akıl erdirecek, sonunda kokusunu da sevecektim bu çiçeklerin. Yıllar yıllar sonra da, gene Akdeniz&rsquoin kıyısında bir mimozanın meyvasını uzanıp koparacak, anamın mezarına ekmek niyetiyle bütün bir kış karşımda tutacaktım. &ldquoTutmaz&ldquo diyerek vazgeçirdiler. Badıcın içindeki tohumları, bir gün, tutacağı bir yerlere ekerim. Belki yerindeki kadar iri, kehribar rengi toplar verir.
iğdelerin, kavakların, söğütlerin ardında
çok yaşlı bir söğüdün, sessiz, dingin bir yaz gecesi, ürpertici, irkiltici çıtırdılar çıkarmağa başladıktan sonra, sabah olmadan yakıldığını görecektim anamın ölümüne dört ay kala.
Söğütlerin ardında zakkumları, incirleri, mimozaların uzak yakın anılarını çoğaltıp bir pencerenin ardına yerleştiriyorum bildiğim, sevdiğim bütün eski ahşap evlerin pencere çerçeveleri gibi bunun da çerçevesi sıcaktan kurumuş, yer yer çatlamış kurt delikleri garip çiçekler oluşturuyor üzerinde. Açık pencereden içeri dolan, az ötedeki Akdeniz&rsquoin soluğunun yalnız sıcağı sesi gelmiyor. Ayağımın altında kilimin serin pürtükleri, şöyle uzanıverdiğim döşekte gözlerim yumulu, kulağım ortalığı toplayıp kitaplarını sıralayan incecik çocukta.
Kirpiklerimin arasından bakıyorum bir ara ses çıkarmamak için yere basmayacak, yerçekimini yok edecek neredeyse&hellip Ama keşke biraz ses çıkarsa, yaşadığını bilmenin benim için ne kadar güzel bir şey olduğunu bir anlasa&hellip &ldquoSen biraz uzanmayacak mısın Halûk?&ldquo diyorum. İrkiliyor. &ldquoRahatına bak ağabey, ben ortalık toplamalıyım bir parça.&ldquo
Sonra başka bir konuşma yaklaşıyor. İnsanın bildiği bir dilde konuşulduğunu anladığı halde ne söylendiğini hiç seçemediği durumlardaki gibi. Başka bir deniz, başka bir pencere, aynı ağaçlar böceklerle, hayvanlarla titreşen bir karanlık, benim yeni yeni çatlayan sesim, İsabey&rsquoin dünyayı dolduran varlığı. Sesler şimdi açık seçik.
&ldquoSen yatmayacak mısın ağabey?&ldquo
&ldquoAdam oluyorsun galiba. İki gündür bana ağabey deyip duruyorsun. Büyüdün mü ne? Hoş, çabuk büyüdün sayılmaz. Gene de seviniyor insan&ldquo
İsabey hiçbir zaman hiçbir şeyi anlamak istemeyecek. &ldquoİsabey&ldquo diye ulumak istediğimi, terbiyeli terbiyeli &ldquoağabey&ldquo demeğe çalıştığımı hiçbir zaman anlamayacak.
&ldquoAğabey, sen niye vazgeçmiyorsun beni her sözünle tartaklamaktan?&ldquo
&ldquoÖnce o acıklı sesini düzelt hoşlanmam, bilirsin. Sonra da, insan sözle tartaklanmaz. Ama dur, tartaklarım pekâlâ, tartaklarım da, sen bu sözü söylerken yanlış mı konuştun, edebiyat mı yaptın? Önce bunu anlamak gerek. Bebekliğinden beri, doğru konuştuğun işitilmemiştir zaten. Yoksa daha o zaman mı başladıydın edebiyat yapmağa?&ldquo
İsabey&rsquoin sertliğinin, İsabey&rsquoin &ldquoedebiyat&ldquo düşmanlığının, yaşının gereği olduğunu anlamam için yıllar geçmesi gerekecekti. Oysa çok değil, birkaç yıl sonra sevgisiyle, yumuşaklığıyla.
Ama o anda donuyorum. Boğazımı sıksa, kesse, öldürse, sesim çıkmaz, kanım akmaz. &ldquoYapma bunları bana İsabey,&ldquo diye yalvarıyorum içimden, &ldquoyeter artık, büyüdüm, görmüyor musun, sen de büyü, ilkokulu bitirdim, edebiyat nedir bilmiyor değilim, başka bir işkence bul artık, o zamanlar kızardım sana, şimdi kızamıyorum da, burada geçireceğin üç haftayı zehir etme, sen iki gün diyorsun ama ben bir gün önceden başlattım senin geliş şenliğini, başka bir şey bul İsabey, başka bir şey bul&hellip&ldquo
&ldquoSen benim adımdan bile oyun çıkardın bızdık, değil mi? Sahi niye bizi yalın ayak başı kabak bir ağabey yaptın çıktın iki gündür, söylesene!&ldquo
İsabey, önceki yıldan beri eve gelir, beni alır, yola çıkarız. Buraya vardığımızda gecesi gündüzüyle bir gün geçirmişizdir iki başımıza. Analarımız bir hafta sonra gelirler. İsabey, üç hafta daha kalıp Istanbul&rsquoa döndükten sonra biz bir ay geçiririz orada annemle. Halam şubat sonlarında gelir yanımıza. Annem bu yıl tembih etmişti. Yatakları açmak, toplamak, sofrayı kurup kaldırmak işi, benim işim.
&ldquoSen yatmayacak mısın, diye sormuştum ağabey yatağını açayım mı?&ldquo
&ldquoZahmet etme, bıcırık yatmak istersem ben açarım, ben kitaplarımı toplayacağım biraz, ortalık dandini. Bizim cadıcıklar geldiğinde en çok gücüme gidecek şey ne olur, biliyor musun? Bilirsen, sana kocaman bir aferin!&ldquo
&ldquo &rsquoEvi dağıttınız, biz olmasak bu ev dönmüyor, koca çocuklar olacaksınız, hele sen İsa&rsquo demeleri, değil mi?&ldquo
&ldquoAferini aldın bile büdük, sana gerçekten bir haller olmuş, plak gibi söyledin. Sen yat, ben biraz sonra gelir uzanırım belki.&ldquo
Öğleüstü sıcaklarında, gece sıcaklarında, yatak serin. Seni biliyorsam İsabey, bir parça biliyorsam, yumuşadın, kendince özür diledin, söylediklerini geri aldın. Belki yeni bir şey arıyorsun, kararını vermedin daha. Ne olur, biraz gürültü et. Beni uyandırmak istemediğin için bu denli sessiz davrandığına inanmaktan korkuyorum.
Otuz dört yaşımdayken kitaplarını toplayan, ayaklarının ucuna basa basa iş gören, sensin Halûk. O andığım günlerde koca kafalı küçücük bir şeydin herhalde seni nasıl yatırır, nasıl kaldırırlardı, düşleyemiyorum bile yatağımı küçültüyorum, senin o yaşına dönüyorum, ya da yaklaşıyorum. Buradan çok uzakta, İsabey&rsquole birlikte kalkıp gittiğimiz yalı evinden de çok uzakta, küçücük bir yatakta başlayan pek &ldquoterbiyeli&ldquo bir sabahın ama herhangi bir sabahın öyküsünü kurmağı deniyorum sonradan olup bitecekleri hiç düşünmeden, Taksim&rsquodeki o küçük çocuğun, o küçük çocuğun çevresindekilerin başına gelecekleri hiç düşünmeden, o çocuğu o günü, o günün sabahı içinde görmeğe çalışmaktan başka bir şey düşünmeden, o sabahları yeniden kurmağa çalışarak...
(Bölüm 2, s. 19-27)